28 Haziran 2018 Perşembe

Joy Division - Closer Albüm İncelemesi



   Joy Division ve albüm kavramları yan yana koyulduğunda otomatik olarak akla Unknown Pleasures gelir. Hatta direkt Joy Division, Unknown Pleasures'ın o siyah zemindeki beyaz çizgilerin oluşturduğu dağ resminden oluşan albüm kapağıyla bağdaştırılmıştır genelde insanların zihninde. Unknown Pleasures'ı herkes çok sever, ben de çok severim, ama Joy Division'ın ikinci ve son albümü Closer pek bilinmez, pek umursanmaz. Grubun hayranları sahip çıkar, sever ama Unknown Pleasures gibi bir popülerliğe ulaşamamıştır, bu bir gerçek. Benim ise bu iki albüm arasından en sevdiğim açık ara farkla Closer, ve şimdi Closer hakkındaki görüşlerimi anlatacağım!

   Closer'ın bu kadar popülerliğe ulaşamamasının sebebi aslında albümün aşırı karanlık ve depresif ruhundan geliyor. Bu tip duygular insanları kolaylıkla iter genellikle. Zaten grubun efsanevi vokali Ian Curtis'in bu albümü yaptıktan sonra intihar etmesi de bunun göstergelerinden biri. "Ian Curtis neden intihar etti, ne derdi vardı adamın?" diyenlerin tek yapması gereken Closer albümünü açıp baştan sona dinlemek. Cevap kendini gösteriyor zaten.


  Bu karanlık, melankolik hava ve şarkı sözleri Unknown Pleasures'da da yer yer görünüyordu ama Closer'da bu atmosfer o kadar yoğun ki neredeyse fiziksel olarak hissediliyor. Ian Curtis bu dünyadan gitmeden önce yaşadığı tüm sıkıntıları, tüm hayatını ve hislerini bu albüme dökmüş desek yanlış olmaz bence. Bakınız, çok fazla depresif müzik dinleyen bir insanımdır, Radiohead en sevdiğim grup zaten. Ama Closer'ın hissettirdiği çok başka bir şey. Closer mutsuz, üzgün bir adamın değil; hayattan tüm umudunu kesmiş ve tamamen bitmiş bir adamın sesi. Bu yüzden dinlemesi kolay bir albüm değil, hatta uzun süre dinleyince insanı boğuyor resmen. Ama aynı zamanda o kadar güzel ki herkesin duyması, herkesin uygun bir zamanda dinlemesi gerek.

   En sevdiğim albümlerde bile bir zayıf halka, albümün kalanına göre belki birazcık bi tık daha az iyi olan bir parça vardır. Örneğin OK Computer'da bu Electioneering'dir, muhteşem şarkıdır ama diğer şarkılardan birazcık daha az iyi olduğunu kabul ederim. İşte Closer'da öyle bir parça yok. Uğraşıyorum ama hala albümdeki zayıf halkayı seçemiyorum.

   A Means to an End desem, aynı anda hem yüksek bir enerjiye sahip olup insanda dans etme isteği uyandıran hem de sinsi sinsi üzen bu şarkıya nasıl zayıf halka diyeyim? Atrocity Exhibition desem o inanılmaz tatmin edici ritmi ve Ian Curtis'in sürekli incelip kalınlaşan vokallerine nasıl kıyabilirim? Colony desem, o bıçak gibi keskin ve akıldan çıkmayan gitar riffi ve Ian'ın öfkeli sesi nasıl bir albümde zayıf halka olabilir ki? Isolation desem "Anne, çok denedim, lütfen inan bana, elimden geleni yapıyorum. Başıma gelen şeylerden utanıyorum, olduğum insandan utanıyorum." gibi bir sözü söyleyebilecek kadar içten bir şarkıya nasıl zayıf halka diyeceğim ben? Yok işte bu albümde öyle bir şey. Her şarkı çok kıymetli, her şarkı çok güzel.

 "Bu kriz gelecekti işte, biliyordum. Tutmaya çalıştığım tüm o dengeyi yıkıp geçen. Şüphe ediyorum, huzursuzum, dönüp bakıyorum. Bundan sonra daha neler gelecek?"

   Bir de bu albümde Passover diye bir şey var işte. Dinlediğim en içten, en karanlık, en umutsuz şarkılardan biri desem abartmış olmam bence. Bu dünyadan gittikten sonra ne olacağını merak ettiğini, öbür dünyada rahat edebileceğini mi yoksa başka krizlerin de mi geleceğini sorguluyor bu şarkıda Ian Curtis. Böyle bir eseri ortaya koyduktan sonra adamın intiharına kimse nasıl şaşırabiliyor gerçekten anlamıyorum açıkçası.


"Sadece bir anlığına bir yol bulduğumu sanmıştım.
Kaderim kendisini gösterdi, ellerimden kayıp gidişini izledim."

   Yazıyı kapatmaya yaklaşırken albümün kapanışından da bahsedeyim o zaman. Albüm depresifliğin en uç sınırlarına en son 3 şarkıda ulaşıyor. Twenty Four Hours, The Eternal, Decades. Twenty Four Hours'da bir gitarın çıkarabileceği en umutsuz ve en karanlık sesi dinleyebilirsiniz ve bu sıfatlar Ian Curtis'in sözleri için de geçerli. Şu yukarıdaki sözün şarkıdaki aktarılışı ve ardından giren derinden kükreyen gitar solosu insanı gerçekten yıkıp geçiyor ve bir daha toparlanmak zor oluyor.

"O anın öfkesiyle ağlamaya çalış
Seni içten yakan, tüketen bir öfkeyle."

   Twenty Four Hours'un hemen ardından, bekleme yapmadan gelen The Eternal için grubun yaptığı en kasvetli ve kederli şarkı desek bence çok da sallamış olmayız. Her bir saniyesi, her bir notası keder dolu bu şarkının ve bir sonraki şarkıya da taşıyor. Evet, The Eternal ile kurtulamadınız, daha Decades var. Çok bir şey demeye gerek yok. Şarkıda tekrar tekrar soruyor Ian. "Where have they been?" Neredeydiler yani. Hayatı güzel kılan şeyler neredeydi? Kendisi bu duruma gelmeden, intihar etmeden önce herkes neredeydi, neden kimse yardım bile etmedi, kimse fark etmedi, kimse umursamadı? Bu şarkıyla albüm bittikten sonra Ian'ın ne yaptığını biliyoruz artık herhalde. Siz de ne yaparsınız bilmiyorum ama bir köşeye kapanıp ağlamak ideal bir çözüm gibi görünüyor. Yeterince anlattım ben, yazıyı bu albümdeki Heart and Soul'daki bir sözle kapatıyorum.

"Varoluş, eh, ne önemi var ki?
Ben elimden geldiğince var oluyorum işte.
Geçmişim geleceğimin bir parçası olmuş.
Şimdiki zamanım çoktan elden gitmiş."

PUAN: 92

En güzel şarkılar: Twenty Four Hours, Decades, Passover, The Eternal, Heart and Soul

En kötü şarkı: Bulamadım...

30 Mayıs 2018 Çarşamba

Oasis - Definitely Maybe Albüm İncelemesi



   Oasis, özellikle bu yazıda bahsedeceğim Definitely Maybe albümüyle, 90lara damgasını vurmuş, döneminin en büyüklerinden biri haline gelmiş ve dünyaca sevilen bir rock grubu olmuştu. Ancak günümüzde pek de saygıyla anılan ve sevilen bir grup değiller ve bunun gerçekten de çok fazla sebebi var. Gallagher kardeşlerin alaycı, kendini beğenmiş ve ukala tavırları olsun, 2 tane çok güzel albümden sonra gerçekten kayda diğer hiçbir eser çıkaramamış olmaları olsun, yaptıkları müziklerin ilk baştaki büyüyü kaybettikten sonra gerçekten de beyinsiz kuru gürültü gibi gelmesi olsun... Oasis'ten nefret etmek için çok fazla sebep var gerçekten. Ben de Oasis'i bu yüzden çok seviyorum işte.

   Benim Oasis ile olan ilişkim daha garipti aslında. (Elbette) Wonderwall ile keşfettikten sonra Oasis'i, diğer popüler şarkılarını da dinledim ve çok da sevdim. Ondan sonra Morning Glory albümünü dinledim, onu da sevdim ama Oasis daha şimdiden büyüsünü kaybetmeye başlamıştı. Dinledikçe şarkılar daha gereksiz ve boş geliyordu. Bunun üzerine grubun üzerine araştırma yapmam ve Gallagher kardeşlerin çok sevdiğim başka gruplar hakkında yaptıkları ukala yorumları gördükten sonra iyice sinir oldum. İçimdeki fanboy ortaya çıktı ve Oasis'i hafiften sevmemeye başladım.

   Bir süre sonra da Definitely Maybe albümüne rastladım. Gördüm ki albüm İngilizler tarafından defalarca kez "İngiliz tarihinin en iyi müzik albümü" seçilmiş. Hadi lan oradan! Bu İngilizler gerizekalı mı lan? Ülkenizden koskoca The Beatleslar, Led Zeppelinler, Pink Floydlar geçmiş,azıcık saygınız olsun! Hadi daha yakın zamanlardan desek, yav The Smiths var, Joy Division var. Lan Radiohead var Radiohead! Aptal mısınız siz? Bu Definitely Maybe ne olabilir ki bunca efsanenin arasından defalarca kez, her seferinde en iyi seçilecek? Böyle düşünüyordum işte. Ne kadar ön yargılı olduğum belli bence albüme karşı. Tabii ki de merakımdan dinledim.

  Ve dinlediğim anda bu albüme aşık oldum.

  Hayır. Böyle bir şey olmadı. Hiç sevmedim ve Oasis'ten nefret etme sürecine girdim.
 

   Gerçekten albümü bir kere dinledikten sonra bir daha uzun süre Oasis'ten uzak durdum. Çünkü gerçekten her şey çok anlamsızdı albümde. Bütün şarkılar birbirinin aynısı gibiydi, Liam Gallagher'ın sesi katlanılamazdı ve sözlerin de bir anlamı bile yok gibi geliyordu. Bu gerçeği kabul edip hayatıma devam ettikten sonra albüme bir şans daha vermek istedim ve bir kere daha dinledim... Düşündüğümden daha mı iyiydi sanki? Bir de dikkatimi Supersonic diye bir şarkı çekti. Bunu birkaç kere daha dinleyeyim ben...

"Kendim olmam gerek, başka kimse olamam.
Süpersonik hissediyorum, bana cin-tonik verin. 
Her şeye sahip olabilirsin, ama ne kadarını istiyorsun?"

   Süpersonik hissetmek ne demek lan? Bilmiyordum, hala da bilmiyorum, ama ondan sonra haftalarca bu şarkıyı dinledim ve böyle hissettim. Çünkü, ne kadar muhteşem bir şarkı lan bu böyle!

   İşte Oasis'in büyüsü de aslında burada. Olay ne söylediğin değil, nasıl söylediğin. Ve Oasis'in şarkılarını dinlerken kimin bağıra bağıra eşlik edesi gelmiyor ki? Oasis'in ve Definitely Maybe'nin çok özel olmasını sağlayan şey de bu Rock ruhu. Bunu albümün ilk şarkısı Rock 'n' Roll Star'da da görebiliriz örneğin çok güzel bir şekilde. Evet tabii Stairway to Heaven inanılmaz güzel bir şarkı mesela, evet 24 dakika boyunca Pink Floyd'dan Echoes dinlemenin yaşattığı deneyimi başka hiçbir şey yaşatamaz, bunları biliyoruz zaten. Ama insan bazen bunu istemiyor işte. Bazen sadece saf Rock müzik dinlemek, hiçbir şeyin anlamını çok da umursamamak ve bağıra bağıra eşlik etmek istiyor insan. Bu durumda da Oasis devreye giriyor. Çünkü Oasis yaptığı işin sanatsal değerini pek de umursamıyor, sözlerin şiirsel anlamını bir süreliğine boşveriyor, sadece gitarların sesini olabildiğince arttırıyor ve muazzam bir müzik yapmaya bakıyor.

   Oasis'in zamanında devasa bir ün kazanmalarının ve sonra da hızlı bir şekilde çökmelerinin sebebi de bu işte. Zaten bunu Oasis'ten başka yapan olmadı ve maalesef bir daha da olmayacak. Peki tüm bu dediklerim Oasis şarkılarının sadece geçici zevk veren, tamamen anlamsız ve boş eserler olduğu anlamına mı geliyor? Öyle olsa bu albüme inceleme yapmaya uğraşmazdım herhalde.

"Belki ben sadece uçmak istiyorum. Yaşamak istiyorum, ölmek istemiyorum. 
Belki sadece nefes almak istiyorum, belki sadece inanmıyorum."

   Mesela Live Forever'a bakalım. Muazzam güzellikte bir şarkı olmasıyla birlikte, gerçekten pozitif sözleri en pesimist insanlara bile ilham veriyor. Az önce depresif şarkılar dinleyerek ölmeyi bekleyen bir insana Live Forever'ı dinletip "We're gonna live forever!" diye bağırtabilirsiniz. Denediğimden değil ama bu şarkının bu güce sahip olduğuna kesinlikle inanıyorum.

"Şimdi benimsin ya, bir yolunu bulacağız
Güneşi kovalamanın."

   Sonra bir de Slide Away gibi inanılmaz güzel bir aşk şarkısı var bu albümde. Liam Gallagher'ın en iyi vokal performanslarından birine sahip olmakla birlikte şarkının sonlarında Noel Gallagher'ın arka vokalleriyle giren kısımla birlikte şarkının güzelliği kat kat kat artıyor. 6 buçuk dakikalık uzun bir şarkı, evet, ama 6 buçuk dakikanın her saniyesi ayrı değerli.

   Evet işte, Definitely Maybe böyle bir albüm ve çok çok güzel bir albüm. Hatta klasik bir albüm. O kadar anlattım ama albüm bundan ibaret değil, daha hiç bahsetmediğim şarkılar var. Mesela Columbia gibi muazzam bir şey var bu albümde. Peki kötü bir şarkı var mı? Hayır, hiç kötü şarkı yok. Ha diğer büyük şarkılar kadar etkili olmayan ama yine de tatlı şarkılar var, Married With Children olsun, Digsy's Dinner olsun falan. Ha bir de Half the World Away gibi inanılmaz güzel bir şarkı da bu albümün b-sidelarından biri. Gerçekten Oasis üyeleri ne tür uyuşturucular kullanıyorlardı da böyle güzel bir şarkıyı herhangi bir albüme koymayacak kafaya ulaştılar bilmiyorum ama siz dinleyin yine de.

   Yani, sonuç olarak dinleyin dinletin. Biraz gürültülü bir albümdür, ilk dinleyişte biraz yorabilir ama daha çok şans verin. Dinleyin. Çoh iyi!

PUAN: 90

En iyi şarkılar: Supersonic, Slide Away, Live Forever, Rock 'n' Roll Star, Columbia, Cigarettes & Alcohol

En kötü şarkı: Digsy's Dinner

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Muse - Showbiz Albüm İncelemesi


   Ben bir müzik grubunun çıkış albümü hakkında çok sert davranılmasına karşı çıkmışımdır hep. Çünkü bir grubun daha ilk albümünden müzik tarzını tam olarak oturtması, nasıl bir sounda sahip olduklarına karar vermesi ve olgun bir eser çıkarması beklenmemelidir, böyle işler zaman alır. Eh tabii, daha ilk albümlerinden bütün dünyada ses getirmiş gruplar da var elbette (yakın zamandan örnek vermek gerekirse Arctic Monkeys veya Oasis mesela) ama her grup o kadar şanslı değil. Bu dediğime en iyi örnek olarak aynı zamanda en sevdiğim grup olan Radiohead'i gösterebilirim. 25 yıllık diskografilerinde sadece bir tane harikanın altında iş var bana soracak olursanız, o da ilk albümleri Pablo Honey. Ve gerçekten de döneminin grunge akımına ait olmaya çalışmış ama becerememiş, 4 tane çok güzel şarkı hariç hiçbir dinlenesi iş barındırmayan bir albüm Pablo Honey. Ama ondan sonra kendilerini öyle bir kanıtladılar ki gönül rahatlığıyla Pablo Honey hiç var olmamış gibi davranabiliriz bence.

  Ve bu sebeplerden dolayı Muse'un 1999 tarihli debut albümü Showbiz'i dinlerken kötü bir albümle karşılaşmaya hazırdım, hem zaten Muse'un en iyi albümlerini zaten dinlemiştim ve bu albümden hiçbir yerde pek bahsedildiğini duymuyordum. Ama mutlulukla söyleyebilirim ki, Showbiz hiç fena değilmiş!

   Albüm Sunburn şarkısıyla açılıyor. Bu şarkıdan özellikle bahsetmek istiyorum, ama çok iyi olduğu için falan değil. Fena şarkı değil Sunburn, ve çok hoş bir nostalji hissi uyandırıyor. Şarkıyı daha önce hiç dinlememiş olduğum halde bende çocukken dinlemişim ve uzun zaman sonra tekrar dinliyormuşum gibi bir his uyandırdı. Ama şarkıdan özellikle bahsetmemin sebebi, bu şarkının tam bir Muse şarkısı olması. Grubun ilk birkaç albümlerindeki müzik tarzının özelliklerinin çoğunu taşıyor bu şarkı. Yani aslında albüm ilk şarkısıyla "Hey ben o bildiğiniz Muse'den çok daha farklı değilim ha aslında" diyor.

   Çünkü Muse ilk albümlerinden sonra (en azından bir süre boyunca) devasa bir sound değişikliğine gitmiş, müzik tarzını çok değiştirmiş bir grup değil. Bu hiç ilerlemedikleri, hep sabit kaldıkları anlamına gelmiyor tabii. Aksine gittikçe daha iyi olmaya çalıştılar ve hatalarını kapattılar ve bu yüzden Showbiz albümü bildiğimzi ve sevdiğimiz Muse'den çok farklı ve ayrı tutulması gereken bir iş değil. Bu konuya girmişken Cave şarkısını örnek verelim. Çok öfkeli ve sert bir ana gitar riffine sahip bir şarkı ve nakarat kısmında da vokalist Matt Bellamy bu hissi devam ettirebiliyor. Güzel bir şarkı olmakla birlikte bu şarkı hakkında söylediğim her şeyin bir sonraki albümlerindeki Hyper Music şarkısı için de geçerli olması da bu paragrafta bahsettiğim konunun başka bir temsili.

Gençlik zamanları tabii..

   Güzel şarkılardan bahsedeceksek albümde bir de karşımıza Unintended çıkıyor. Oldukça sade, akustik gitar üzerinden giden bir şarkı olmakla birlikte Matt Bellamy'nin vokalleri bu şarkıyı gerçekten öne çıkarıyor. Genel olarak çok hoş, tatlı bir şarkı ve albümün en iyilerinden de biri. Muse'un aşırı dramatik olmaya çalışan şarkılarını hiç sevmeyen birisi olarak bu şarkı gibi daha samimi ve içten gelen şarkıları bulduğum yerde övmezsem olmaz.  

"I don't want you to ignore me, don't want you to adore me when it pleases you"

  Albümdeki en iyi şarkılardan biri de Muscle Museum. Gerçekten çok güzel bir şarkı olmakla birlikte genel olarak Muse'un en iyi şarkılarından biri olarak da gösterilebilir benim için. Enstrümental olarak gerçekten çok çok iyi. Şarkının başında giren ve ara sıra tekrar eden ana melodi çok tatmin edici, ayrıca yer yer giren gitar soloları da takdiri hak ediyor. Ama tüm bunların üstüne Matt'in bu albümdeki en iyi vokal performanslarından birini içeren muhteşem nakarat kısmı şarkıyı çok yüksek bir noktaya çıkarıyor.

   Albümün kötü olduğu noktalar da var tabii ki de, ama bu noktalar "Bitse de gitsek" seviyesinde kötü olmak yerine bir kere dinledikten sonra "Böyle bir şarkı mı vardı lan?" seviyesinde kötü. Yani insanda herhangi olumlu-olumsuz etki bıraktırmıyor ve bir kere daha dinlemek istemek için bir sebep uyandırmıyor. Hate This And I'll Love You, Escape, Overdue gibi şarkılar bu dediğime örnek gösterilebilir. Bitse de gitsek seviyesinde bir şarkı gösterebilirim, o da Falling Down. Aşırı dramatik olmaya çalışan, ama her ne hikmetse müziği kulağa neşeli gibi gelen ve oldukça sıkıcı bir vokal performansına sahip olan bir şarkı bu. 

"Controlling my feelings for too long
Forcing our darkest souls to unfold
And pushing us into self destruction"

   Eh o zaman albümün en güzel şarkısından, hatta Muse'un genel olarak en güzel şarkılarından birinden, yani Showbiz'den bahsedelim. 5 dakikalık, gayet uzun bir şarkı olmasıyla birlikte duygusal olarak albümdeki en içten, en ağır ve en derinden vuran şarkı olmayı da başarıyor. Gitarda ve Matt Bellamy'nin sesinde ağır bir distortion var ve bu şarkıya çok daha karanlık bir hava katmayı başarıyor ( sanki Radiohead iki yıl önce yapmıştı bunu Climbing Up the Walls ile ama öhö öhö :) ). Şarkının başlarında ve sonlarında davuldan gelen "boing boing" gibisinden sesler de tuhaf bir şekilde şarkıdaki karanlık ve tuhaf havayı güçlendiriyor. Şarkı sonundaki climax noktasında çok ağır ve çok güzel bir gitar solosu ve Matt'in çığlığıyla bitiyor (lan yine Climbing Up the Walls??) ve muhtemelen dinleyene "Oha ulan ne şarkıydı" dedirtiyor.

  Genel olarak böyle bir albüm işte Showbiz. Muse'un sonraki işlerine göre daha ham, tam oturmamış ama yine de dinlemesi oldukça keyifli ve içinde çok güzel cevherler barındırıyor. İyi olduğu noktalarda çok iyi olduğu, kötü olduğu noktalarda ise (ne kadar çok da olsa) çok kötü olmadığı için albümde daha sıcakkanlı yaklaşabiliyorum. Peki Muse bu albümden sonra ne tip işler yapmış, ne kadar iyi albümler çıkarmış acaba? Onu da sonraki Muse incelemelerinde göreceğiz. Origin of Symmetry incelemesinde görüşmek üzere. Üşenmeyip yazarsam bir gün.


PUAN: 75

En güzel şarkılar: Showbiz, Muscle Museum, Unintended, Fillip

En kötü şarkı: Falling Down

23 Ekim 2017 Pazartesi

En Sevdiğim 25 Oyun

Bloga yazacağım ilk doğru düzgün yazı neden en sevdiğim oyunlar hakkında olmasın ki? "Neden 25 de başka bir sayı değil mesela?" diye soracak olabilirsiniz. Verecek cevabım da yoktur. En iyisi direkt listeye geçelim.

Not: Sizin sevdiğiniz oyunları sevmiyor olmam, veya sizin sevmediğiniz oyunları seviyor olmam dünyanın sonu değildir. Sadece bütün dünyanın sizinle aynı düşüncelere sahip olmadığının basit bir göstergesidir. Bunu göz önünde bulundurunuz. Ayrıca bu liste "En sevdiğim oyunlar" listesi, "En iyi oyunlar" falan değil. Yani objektif bir bakış açısıyla tamamen inceleyip sıralamadım, sadece oynarken hissetiklerime ve bende olan etkisine göre sıraladım. 

Neyse iyice uzattım, o zaman listeye hadi

25. Marvel vs Capcom 3: Fate of Two Worlds
(Capcom)

Bir dövüş oyununda benim için belki de en önemli unsur karakterlerdir. Dövüştürdüğümüz karakterler ilgimi çektiğinde oyun da otomatik olarak ilgimi çeker. Marvel vs Capcom 3 de otomatik olarak bu yönden sevgimi kazanmış bir oyun. Marvel ve Capcom karakterlerinden oluşan devasa karakter listesiyle ve çok eğlenceli arcade dövüş mekanikleriyle onlarca saatimi çalabilmiş bir oyun bu, ki ben bir dövüş oyununu çok nadiren 10 saatten falan fazla oynarım, hele de hikaye modu yoksa. Uzun zamandır devam oyunu çıksın diye bekliyordum ve geçenlerde sonunda çıktı ama küçücük ve sıkıcı karakter kadrosu, saçma sapan görselliği ve fanfiction kalitesindeki hikaye moduyla o kadar ilgimi kaybetti ki oynamak bile istemiyorum. Ama bu 3. oyuna olan sevgimi azaltmıyor tabii ki.

24. Pyre
(Supergiant Games)

İki tane birbirinden harika oyundan (Bastion ve Transistor) sonra sorduğum "Daha çıtayı ne kadar yükseltebilirler ki?" sorusuna Pyre oyununu çıkarıp çıtayı Allahuekber Dağları'na çıkararak cevap verdi Supergiant Games. Hikayesi ve karakterleri insanda intihar etme isteği uyandıracak seviyede değilse "iyi" dediğimiz oyunlarla dolu bir dönemde çıkan ve uzun zamandan sonra ilk kez bir oyunda karakterlere önem verdiren bir oyun Pyre. İnanılmaz eğlenceli oynanış mekaniklerinden ve harika müziklerinden de uzun uzun bahsederdim ama o zaman bu yazı uzadıkça uzar. Kısaca her şeyiyle harika bir oyun. Sadece keşke oynanış mekanikleri daha çeşitli olsaymış diyorum ama bu kadar eğlenceli olduktan sonra varsın tekdüze olsun.

23. Portal 2
(Valve)

İlk Portal oyunu deneysel ve devrimsel bir oyundu. Puzzle oyunlarına ve hatta bütün oyunlara farklı bir bakış açısı getirmişti. Ama eninde sonunda kısa bir deneyimdi. Portal 2 ise ilk Portal'ın başardığı her şeyin çok daha üstüne çıkmıştı. Puzzle oyunlarından nefret eden birisini bile kendisine bağlayabilecek kadar eğlenceli oynanışıyla, zaten devrim yaratan Portal oluşturma mekaniğini çok iyi bir şekilde kullanmasıyla, günümüzde bile hala unutulamayan Wheatley, Cave Johnson ve tabii ki de GlaDOS gibi karakterleriyle gerçekten oyun dünyasında bir klasik olarak anılmayı sonuna kadar hak ediyor.

22. Red Dead Redemption 
(Rockstar Games)

Rockstar gerçekten çok iyi açık dünya oyunları yapıyor. Bunun pek tartışmaya açık olduğunu sanmıyorum. Ubisoft vb. firmalar kocaman bir dünya yaratıp her yerini birbirinin kopyası olan yan etkinliklerle doldurarak ortalama oyunlar çıkarıp geçinip giderken, Rockstar öyle bir dünya yaratıyor ki sadece arkadaki müzik eşliğinde Amerika-Meksika sınırında gece vakti at sürmek, yıllar sonra bile unutamadığınız bir deneyim haline geliyor. Burada oyunun hikayesiymiş, oynanış mekanikleriymiş falan filan diye anlatmama hiç gerek yok bence. Tek demek istediğim, Red Dead Redemption her bir yeri özenerek yapılmış ve gerçekten aldığı her türlü övgüyü hak eden bir oyun. Daha birkaç ay önce oynadığım bazı oyunların varlığını bile unutuyorken Red Dead Redemption'ın her bir yeri hala aklımdaysa Rockstar gerçekten iyi bir iş başarmış demektir. Listenin ileri sıralarında Rockstar'ı tekrardan öveceğiz, şimdilik kısa keselim.

21. Far Cry 3
(Ubisoft)

Az önce Rockstar övüp Ubisoft gömdükten sonra bu oyunla karşılaşmak komik gelebilir tabii, ama durun! Sebeplerim var. Evet, belki de bir Rockstar oyunu gibi her yerinden detay ve emek fışkıran bir dünyaya sahip değil, belki hikayesi de aman aman etkileyici falan değil ama mekaniksel olarak o kadar sağlam bir oyun ki, başka hiçbir oyunda sıkılıp yarıda bırakmadan tüm yan etkinlikleri yaptığımı hatırlamıyorum. Gerçekten oyunun stealth-aksiyon tarzı oynanışı inanılmaz keyifli ve oyunun geçtiği adadaki delilik teması ve atmosferi de çok güçlü. Bütün bunlar birleşince sıkılmadan onlarca saat oynayabileceğiniz bir oyun ortaya çıkıyor. Yalnız bu oyundan sonra Ubisoft yine Ubisoftluğunu yaptı ve bu oyunun tamamen kopyası olan iki tane daha Far Cry çıkardı ama onları görmezden gelelim lütfen.

20. Dishonored
(Arkane Studios)

Listenin ileriki kısımlarında tekrar Dishonored'dan bahsedeceğiz o yüzden burada hızlı hızlı anlatayım. Dishonored harika bir oyun. Çünkü gizliliği, silahlarınızı, özel güçlerinizi istediğiniz oranda istediğiniz şekilde kullanabildiğiniz aşırı özgür oynanışı. Çünkü harika bölüm tasarımı. Çünkü çok sağlam steampunk atmosferi ve tasarımı. Bence yeterince sebep saydım.

19. Hearthstone
(Blizzard)

Bir kart oyununu bu kadar çok seveceğimi ve oynayacağımı hiç düşünmezdim aslında ama iyi yapılınca oluyormuş demek ki. Gerçekten inanılmaz basit oynanış mekanikleriyle bu kadar harika ve derin bir oyun nasıl yapılıyor anlayamıyorum. Her yerinden içerik taşan ve istediğiniz her türlü desteyi oluşturup, istediğiniz oyun şeklini uygulama özgürlüğünü tanıyan yapısıyla her maçı farklı bir deneyime dönüştüren bir oyun bu. Bu yüzden de iki yıl boyunca keyifle oynadım. Tabii bir süre sonra oyundan aynı heyecanı alamadığımı fark edince bıraktım ama bu Hearthstone ile geçirdiğim güzel zamanları göz ardı etmemi sağlamıyor.

18. Mass Effect 3
(Bioware)

Belki de bütün oyun camiasının kabul ettiği bir gerçek var: Mass Effect serisinin en iyi oyunu Mass Effect 2'dir. Ben buna katılmayanlardanım. Evet, 2. oyun da muhteşem bir oyun (hatta listeye 25. sıradan sokmayı düşündüm ama elendi) ama 3. oyun benim için bir başkadır. Öncelikle oynanış olarak serinin belki de en iyisidir Mass Effect 3. Ne 1. oyun kadar gereksiz karışık ve zahmetli, ne de 2. oyun gibi fazla sade ve basit. Tam olması gerektiği gibiydi ve çok iyiydi. Ama asıl önemli olan o değil, önemli olan oyunun hikayesi. Mass Effect 3, 2 oyundur yaşadığımız maceranın finaliydi ve bence çok da başarılı bir finaldi. Oyun "Galaksi yok oluyor, hikayenin sonu bu" hissini her bir anında çok iyi bir şekilde veriyordu. 2 oyundur ve 4 kitaptır hayranı olduğumuz Mass Effect hikayesine bir veda niteliğindeydi bu oyun. Çıktığı zaman finali yüzünden çok eleştirildi ama ben sonradan yayınlanan değiştirilmiş finali oynadığım için o da sorun olmadı. Sonuç olarak Mass Effect 3 hayranı olduğum Mass Effect serisine harika bir final niteliğindeydi (Andromeda farklı bir hikayeyi anlatıyor, onu saymıyorum) ve bu yüzden utanmadan söylüyorum ki Mass Effect 3 seride en sevdiğim oyundur.

17. Dishonored 2
(Arkane Studios)

İlk Dishonored ile ilgili yazdığım şeyler var ya? Heh işte, onun için saydıklarımın hepsinin daha da iyisini düşünün. İşte bu oyun Dishonored 2. Hayır her şeyi geçtim, oyunu Emily ve Corvo karakterlerinin gözünden iki farklı şekilde oynayabiliyorsunuz ve ikisinin oynanışı arasında dağlar kadar fark var (Emily'nin güçleri ÇOK daha eğlenceli bu arada). Ben bir oyunu nadiren birden fazla kez oynarım ama bu oyunu iki kez oynadıktan sonra bile doymamıştım. Ha bir de, ilk Dishonored'da "bölüm tasarımı çok iyi" falan demiştim ya? Burada çıta artık o kadar yükseltilmiş ki, özellikle A Crack In The Slab ve Clockwork Mansion bölümlerinin üniversitelerde falan oyun tasarımı dersi olarak gösterilmesi lazım. Yalnız keşke ilk oyunun hikayesinin neredeyse tıpatıp aynısını (sanki çok iyiymiş gibi) bu oyunda da anlatmasalarmış da güzel bir hikaye yazsalarmış, bu oyunu çok daha yüksek sıralarda görebilirdik. Ama olsun, oyun muhteşem.

16. Batman: Arkham City
(Rocksteady)

Batman Arkham serisi gerçekten de oyun dünyasına adını altın harflerle yazdırmış bir seri. Her bir oyunu ayrı ayrı çok güzel olsa da Arkham City hariç hepsi muhteşemliği ufak bir farkla kaçırıyorlardı. Arkham Knight ne kadar mekaniksel olarak çok üstün olsa da hikayesi pek iyi değildi ve batmobile kısımları gereksiz fazlaydı. Arkham Origins, City'nin üstüne hemen hemen hiçbir şey koyamadı. Arkham Asylum zaten ilk oyun olduğu için mekanikler henüz çok ham hissettiriyordu. Ama Arkham City'de her şey yerli yerindeydi. Arkham şehrinin atmosferi, tasarımı, oyunun müzikleri, hikayesi, görev yapısı, kısaca hemen hemen her şeyi kusursuza yakındı. Oyunda eksi olarak gösterebileceğim bir şey bulmakta zorlanıyorum gerçekten. Çıkalı 6 yıl olmuş olsa bile hala hiç eskimemiş ve herkesin oynaması gereken bir oyun kesinlikle. Hatta bir de Batman hayranıysanız hayatınızda hiç oyun oynamamış olsanız bile gidin bu oyunu oynayın.

15. Uncharted 2: Among Thieves
(Naughty Dog)

Aksiyon oyunu dendiğinde akla gelebilecek ilk isimlerden biri belki de Uncharted serisi. Ve boşuna da değil bu. Özellikle de Uncharted 2. Daha oyun en başından çok heyecanlı ve epik bir şekilde başlıyor. Siz ne oluyor ne bitiyor diyemeden kendinizi aksiyonun içinde buluyorsunuz ve oyun bitene kadar tempo hiç ama hiç düşmüyor. Silahlı çatışma kısımları bile tekrara bağlamıyor, her bir çatışma yeni gibi hissettiriyor.  Bütün bunları yaparken bir de sinematik bir hikaye anlatımı sunmayı başarıyor. Bir de elbette her Uncharted oyununda olmazsa olmaz haline gelen sinematik aksiyon sahnelerinden bahsetmek lazım. Bu oyunu oynayıp da o trende ilerleyerek çatışma kısmında acayip gaza gelmeyen herhangi bir insan olduğunu düşünmüyorum dünyada. Her şeyiyle inanılmaz bir oyundu Uncharted 2. Ve serinin en iyi oyunu bile değildi!

14. Uncharted 4: A Thief's End
(Naughty Dog)

Uncharted 2 aksiyonuyla öne çıkıyordu ya, işte Uncharted 4 de hikayesiyle öne çıkıyor. Yanlış anlamayın, bu oyun aksiyon olarak zayıf demiyorum. Oldukça güçlü hatta. Özellikle o Madagaskar adasındaki araba kovalamaca kısmı belki de bütün oyunlar arasında gelmiş geçmiş en iyi sinematik aksiyon sahnesi falandı, o kadar da iddialıyım. Ama Uncharted 4'ün en güçlü yanı hikayesi yine de. 3 oyundur sevdiğimiz karakterlerin final hikayesini kusursuz bir şekilde anlatıyor ve tamamlıyor bu oyun. Hatta seriye bu oyunda dahil olan Nathan Drake'in kardeşi rolündeki karakter Sam bile hiç yabancı hissetirmiyor. Bir serinin -film,kitap,oyun, herhangi bir şey olabilir- finalinde yeni bir ana karakter eklemek ve serinin takipçilerinin o karakteri sevmesini sağlamak gerçekten zor bir iştir ve bence o eserin ne kadar iyi bir hikaye anlatımına sahip olduğunu kanıtlar. Bitirdikten sonra "Vay be, ne seriydi ama" dedirten bir oyun bu. Ha bir de, oyunlarda grafiklere falan çok önem veren bir insan değilimdir ama GTX 10999999 ekran kartına sahip olan PC oyuncularına bile "Lan neden PC'ye bu kadar güzel görünen oyunlar çıkmıyor?!" dedirtecek bir görselliğe sahip bu oyun. Daha da uzatmayalım, muhteşem bir oyun işte.

13 ve 12. Metro 2033 ve Metro: Last Light REDUX
(4A Games)

Öncelikle bu iki oyundan ayrı ayrı bahsetmek yerine ikisinden aynı anda bahsetmeyi tercih ediyorum. Çünkü iki oyunun da Redux versiyonunu oynadığım için mekaniksel olarak aralarında pek fark yoktu, o yüzden ortak bir şekilde Metro oyunlarından bahsedebilirim. Metro'nun belki de öne çıkan tarafı oynadığım diğer FPS oyunlarına kıyasla çok daha farklı bir deneyim sunması. Oyunun çok başarılı post apokaliptik atmosferi oynanışın her yerine yansıyor. Sadece bir FPS oyunu oynamıyorsunuz, bu karanlık ve korkunç dünyada hayatta kalmaya çalışıyorsunuz. Hatta oyunda nefes alabilmek için sürekli etrafı araştırıp oksijen filtresi bulmanız lazım ve bulamayıp ölürseniz oyun hiçbir şekilde size acımıyor. Bunun önemini çok ürkütücü ve iç karartıcı bir bölümü her yeri koşa koça geçtiğimde ve bölümün sonunda 1 dakikalık nefes alma hakkıyla bir boss savaşını geçmek zorunda kalınca fark ettim. Bölümü baştan başlatmaya korktuğum için defalarca uğraşa uğraşa 1 dakika içinde bossu yenmeyi başarmıştım ama bu benim için sinir bozucu bir deneyim olmamıştı, aksine çok tatmin edici ve unutulmazdı. Metro'nun güzelliği de buradan geliyor. Atmosferini ve karanlık dünyasını çok çok başarılı bir şekilde her şeyiyle hissettiren bir oyun bu çünkü. Metro çok güzel bir oyun olmasının dışında gerçekten farklı bir deneyim, bu yüzden listede bu kadar yükseklerdeki yerini rahatlıkla alıyor.

11. Saints Row IV
(Volition)

Bazı oyunlar çok derin ve etkileyici bir hikaye vaat eder. Bazı oyunlar çok detaylı bir dünya vaat eder. Bazı oyunlar çok gerçekçi oynanış mekanikleri vaat eder. Bazıları çok etkileyici bir atmosfer... Saints Row IV biraz daha farklı bir vaatle geliyor: saf eğlence. Sadece eğlence. Olabildiğince saçma, komik, absürt ve eğlenceli bir oyun. Ve bunu dibine kadar başarıyorlar. Oyunun daha başında Amerikan başkanı olmamız ve beyaz saraya uzaylıların saldırıp bizi esir almasıyla bunu görüyoruz zaten. "Rastgele saçma şeyler oluyor çok harika hahaha" gibi çocukça bir düşünceyle söylemiyorum bunu. Gerek karakterimizin kullanması çok eğlenceli özel güçleriyle, gerek aşırı çeşitli karakter özelleştirme seçenekleriyle, gerek çok yaratıcı hikaye bölümleriyle, gerek mizahi unsurlarıyla muhteşem bir oyundu Saints Row IV.

10. The Wolf Among Us
(Telltale Games)

İlk 10'u bir Telltale Games oyunuyla açıyoruz! Telltale bir zamanlar ne kaliteli oyunlar yapmıştı ama ya... Sonra o kaliteli oyunlar popüler olunca aynı formülü kopyalayıp bir sürü ortalama oyun çıkardılar, yazık oldu. Ama şimdi The Wolf Among Us övme zamanı. Tabii bir Telltale oyunu olduğu için oynanış konusunda bahsedecek bir şey yok, tek olay hikayesi. Ve oyunun hikayesi de gerçekten çok etkileyici ve sürükleyiciydi. Aynı zamanda seçimlerinin bir önem teşkil ettiği tek Telltale oyunu falandı herhalde. Ama bu hikayeyi etkileyici hale getiren en önemli şeylerden biri de oyunun karanlık atmosferiydi. Ne kadar hiç alakası bile olmasa da cyberpunk ve noir türünün birleşimi gibiydi, Blade Runner gibi mesela. Karanlık bir şehir, mor neon ışıklar, çöküntüye uğramış masal karakterleri toplumu ve oyunun bu atmosferi güçlendiren müzikleri. Gerçekten çok etkileyici bir oyundu The Wolf Among Us, keşke Telltale böyle oyunlar yapmaya devam etse...

9. Game Dev Tycoon
(Greenheart Games)

Listenin ilk 10'una geldiğinizde çok daha büyük, popüler ve sevilen isimler görmeyi beklediyseniz bu oyun sizi şaşırtmıştır muhtemelen. Ama Game Dev Tycoon'a karşı tarifsiz bir sevgim var ve bu oyunu ilk 10'a almak benim için hiç de zor bir karar olmadı. Bu sevgim aslında oyunun temel mantığından kaynaklanıyor. Bir oyun geliştiricisi olma simülasyonu. Oyunlara az çok ilgi duyan herkese bir oyun firması açıp ufak bir garajdan başlayarak yavaş yavaş şirketi büyüttüğün, bir sürü farklı kategoride çeşit çeşit oyunlar yaptığın, sektörde yükselerek Sony ve Nintendo gibi markaları geçtiğin hatta kendi oyun konsolunu çıkardığın bir oyun fikri çok çekici gelir diye düşünüyorum. Bu oyunun sunduğu şey de bu işte. Oldukça basit oyun mekaniklerine sahip olsa da oyunu bir rehber falan okumadan çözebilmek için belli miktarda oyun kültürüne de sahip olmak gerekiyor. Ayrıca oyuna Commodore 64 döneminden başlayıp Playstation 5'e kadar giderek oyunların ve konsolların gelişimine ve değişimine de tanık olmak da ayrı heyecanlı bir şey, oyun tarihi hakkında küçük bir ansiklopedi gibi neredeyse. Çok güzel bir oyun bu ya, umarım Greenheart Games bir gün yeni ve daha detaylı bir oyun yapma simülasyonu çıkarır da defalarca kez onu da bitiririz.

8. The Walking Dead-Sezon 1 ve 2
(Telltale Games)

Ve yine bir Telltale oyunu! Öncelikle, evet sezon 1 ve 2'yi tek başlıkta aldım. Çünkü ikisini de eşit derecede seviyorum ve sonuçta bu interaktif film tarzı bir oyun olduğu ve ortada pek de "gameplay" bulunmadığı için iki sezonu da tek bir eser gibi inceleyebilirim. Ama 3. sezon olan "A New Frontier"ı saymıyorum, kötü o. Neyse efendim, The Walking Dead neden muazzam bir oyundur, ona geçelim. Çünkü anlattığı post apokaliptik dünya ve atmosferi, bu tip bir dünyada hayatta kalan insanlar arasındaki ilişkiler ve karakter tiplemeleri gerçekten çok iyi. Ben bir eserde (kitap olsun, film olsun, oyun olsun her neyse) karakterlere kolay kolay bağlanan birisi değilimdir ama bu oyun her karaktere ayrı ayrı değer vermemi sağlayabildi. Örneğin bu oyundaki Kenny karakteri belki de benim bir oyunda gördüğüm en gerçekçi, en derinlikli karakterlerden biri. Keşke 3. sezonda da bu kaliteyi koruyabilselerdi...

7. The Elder Scrolls V: Skyrim
(Bethesda)

Skyrim hakkında düşüncelerim biraz garip aslında. Başka bir oyunda olsa yerin dibine hunharca sokacağım çok büyük olumsuz özellikleri (çıktığından 6 yıl sonra bile bir ton bug ve animasyon hatalarına sahip olması, olmayan vuruş hissi, çok ortalama ve klişe bir ana senaryo) var ama olumlu yanlarına baktığımda o kadar güzel bir eser var ki bütün o olumsuz yanlar zerre kadar umrumda olmuyor, aklımda kalan tek şey inanılmaz bir deneyim oluyor. Skyrim'in bu kadar iyi olmasının sebebi basit aslında. İnanılmaz etkileyici dünya tasarımı. Dünyanın her yerinin birbirinden ilgi çekici, birbirinden güzel yan görevlerle ve hikayelerle dolu olmasından zaten hiç bahsetmeme bile gerek yok. Ama Skyrim'in dünyasının "güzelliğinden" de bahsetmek istiyorum ben. Oyunun muazzam müziklerle desteklenen karlı ve koyu renk paletine sahip muazzam dünyasında çok fazla yan görev yapmanıza bile gerek yok. Sadece Ulu Hrothgar tapınağına tırmanmak ve gökyüzündeki kuzey ışıklarını izlemek bile unutulmaz bir deneyim yaşatıyor insana (cidden Skyrim'i oynayıp de Paarthurnax ile tanışmaya gittiğimiz kısmı hatırlamayan var mı gerçekten?). Benim şöyle bir düşüncem var, bir oyunda herhangi bir yan etkinlik falan yapmadan sadece dünyayı gezmek bile keyifliyse o oyun bir şeyleri çok iyi başarmıştır. Neyse, çok güzel bir oyun olmasının yanında çok güzel bir dünyaydı Skyrim. İnsanın içinde yaşayası geliyor. Ejderhalardan uzak bir şekilde tabii. Gereksiz tehlikeye girmeye gerek yok.

6. Valiant Hearts: The Great War
(Ubisoft)

Oyunlarda "Savaşın gerçek yüzünü gösterme" konsepti çok kullanılmaya başlandı aslında. Battlefield 1 bile kullandı bu konsepti. Ama ben bunu Valiant Hearts'tan daha iyi gösteren herhangi bir eser görmedim. Hem de hiç kan, vahşet kullanmadan, sevimli iki boyutlu görselliğiyle. Çeşitli sebeplerden dolayı kendilerini birinci dünya savaşında bulmuş dört farklı karakterin hikayesini ve bu hikayelerin bir noktada kesişmesini anlatıyor bu oyun. Ama öyle etkileyici bir hikaye anlatıyor ve bunu öyle bir şekilde anlatıyor ki, oyunda hiçbir karakter konuşmamasına rağmen her bir karaktere ayrı ayrı bağlanıyor, her birinin motivasyonunu ayrı ayrı destekliyor ve her birinin başına gelenlere ayrı ayrı üzülüyorsunuz. Çünkü bu oyun anlatmak istediği hikayeyi gerçekten de her şeyini kullanarak anlatıyor, gerek müzikleri, gerek görselliği, gerek de başka ufak tefek şeyleriyle. Örneğin çevrede bulduğunuz ve gerçekte birinci dünya savaşında kullanılmış bir eşyanın açıklama yazısını okumak bile çok derinden etkiliyor bazen insanı. Tekrar ediyorum, hiç kan, vahşet, şiddet kullanmadan, sadece özenle yaratılmış bölüm tasarımlarıyla anlatıyor savaşın korkunçluğunu. Bari oynanışından da bahsedeyim. Oynadığım en eğlenceli puzzle oyunlarından biri. Ne diyeyim ki yani, bayağı iyi. Limbo ve Inside'dan çok daha fazla hak ediyor övgüyü bu oyun o konuda (her konuda aslında). Bence yeterince övdüm, çok güzel oyun işte lan!

5. Undertale
(Toby Fox)

Undertale hakkında bir önceki blogumda detaylı bir inceleme yazmıştım, buradan ulaşabilirsiniz. Sadece puanını biraz eksik verdiğimi düşünüyorum, 95 veya 96'ya yükseltebilirsiniz kafadan. Neyse, Undertale yapmaya çalıştığı her şeyi neredeyse kusursuz bir şekilde yapan eşsiz ve unutulmaz bir oyun. Hikayesi ve karakterlerinden oynanışına kadar oyunun gerçekten her şeyi inanılmaz. Bir oyunda en az umrumda olan şeylerden biri müziklerdir ve inanır mısınız, bu oyunun müzikleri de çok çok iyi. Gerçekten muhteşem bir oyun bu. Siz en iyisi tam incelemeyi okuyun.

4. Heavy Rain
(Quantic Dreams)

İnteraktif film denilen oyun türü günümüzde artık çok sık görülmeye başlandı. Oynanış mekanikleri yapmak oyun firmalarına zor geliyor olsa gerek, boş bir hikayeyi sözde "hikayenin gidişatını değiştiren" ama hiçbir şeye etki etmeyen seçimlerle dolduruyorlar. Heavy Rain bu akımı başlatan oyunlardan biri, ve bence en doğru yapanı. Gerçekten çok sürükleyici ve şaşırtıcı bir hikaye anlatıyor bu oyun, ve bu hikayeyi adeta bir film izliyormuşsunuz gibi anlatıyor. Bütün oyunu bitirdiğinizde sanki uzun ve unutulmaz bir film izlemiş gibi hissediyorsunuz. Ve seçimleriniz gerçekten her şeyi büyük oranda değiştirebiliyor. Böylece Heavy Rain'in deneyimini tekrar tekrar yaşayabiliyorsunuz. Oyunun hikayesinden bahsetmek istemiyorum pek, en iyisi siz gidin imkanınız varsa kendiniz oynayın. İmkanınız yoksa bir yerden bulup izleseniz bile olur, ne de olsa oyundan çok bir film bu. Listede daha yüksekte olamamasının en büyük sebebi ise hikayeyi tamamen bildikten sonra tekrar gözden geçirince çok göze batan bazı mantık hatalarının olması. Ama kusursuz bir hikaye yazmak mümkün değil, ne yapalım..

3. Grand Theft Auto V
(Rockstar Games)

Red Dead Redemption'da yeterince Rockstar övmemiştik galiba. O zaman biraz daha Rockstar övelim. Hayır yani öncelikle, bir oyunun HER ŞEYİ mi muhteşem olur? Bu oyundan en az beklediğim olan şey ana görevler ve hikayeydi ama onlar bile gerçekten inanılmazdı. Yarattığı amerikan rüyası parodisi dünyasında birbirinden tuhaf ama başka çok az oyunun yapabildiği kadar gerçekçi karakterlerin hikayesini anlatıyor bu oyun. Gittikçe dallanıp budaklanan, değişen ve karışan bir hikayeydi ama her şeyi sonucuna da çok güzel bağlıyordu. Ayrıca oyunun ana görevlerindeki aksiyon sahnelerinin kalitesini ancak Uncharted'da falan bulabilirdiniz. Hele o Heist görevleri... Sadece ana görevlerden oluşan Max Payne gibi çizgisel bir oyun olsa yine çok güzel olurmuş bu oyun aslında, ama Rockstar öyle bir firma ki bunun üstüne bir de gelmiş geçmiş en iyi oyun açık dünyasını eklemiş. Devasa bir dünyayı o kadar detaylı bir şekilde işlemiş ki, siz olsanız da olmasanız da kendi kendisine yaşayıp gidiyor sanki. Her yeri özenle yapılmış canlı bir dünyanın parçası olduğunuzu kesinlikle hissettiriyor. Başka açık dünya oyunları gibi bitirip gitmek değil de her bir köşesini tek tek incelemek, gezmek istiyorsunuz. Ve ondan sonra benim gibi oyuna yüzlerce saatinizi gömüyorsunuz. Pişman değilim!

2. Bioshock Infinite
(Irrational Games)

Bu oyunu daha önce iki farklı konsolda iki kere bitirmiştim ve aşırı seviyordum. Geçenlerde "Acaba bu oyuna olan tüm sevgim sadece bir nostalji hissinden ibaret mi?" düşüncesiyle bu sefer bilgisayarda tekrar bitirdim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki bu oyun kesinlikle muhteşem. Hikayeden bahsetmek istemiyorum çünkü bu hikayenin baştan sona hiçbir şey bilmeden deneyim edilmesi lazım. Ama belki listedeki 1. oyun hariç bir oyunda gördüğüm en iyi hikaye bu olabilir. İnsanı ters köşe üstüne ters köşe eden, her şeyiyle aşırı derinlikli bir hikayeye ve ana karakterlere sahip bu oyun. Ve bu hikayeyi anlatmak için yaratılan, bulutların üstündeki Columbia şehri her detayıyla o kadar güzel tasarlanmış ki her adımda "Lan neden artık böyle güzel oyunlar yapmıyorlar ya?" dedirtiyor. En azından ben dedim. Hikayeyi ve dünyayı övdüm falan diye oyunun oynanış mekanikleri de boş sanmayın ha. Rahatlıkla söyleyebilirim ki oynadığım en eğlenceli FPS (first person shooter) oyunu bu. Bir sürü farklı özel gücü (Vigor) ve silahı birbirleriyle kombolayarak kullanmanın verdiği zevki başka herhangi bir FPS oyununda aldığımı hatırlamıyorum. Ve oyunun öne çıkan kısmı bu değil. Bakın tekrar ediyorum, oynadığım en eğlenceli FPS mekaniklerine sahip oyun bu, VE ÖNE ÇIKAN KISMI BU DEĞİL. Düşünün artık ne kadar muhteşem bir oyundan bahsediyorum. Herkes oynasın, sevmeyenleri de taşlayalım lütfen.

1. The Last of Us
(Naughty Dog)

Eh, listenin hemen hemen tümündeki sıralama yıllardır kafamda değişip duruyor. Ama birinci oyun hiçbir zaman değişmedi, The Last of Us 2 çıkana kadar da değişeceğini hiç sanmıyorum. Oyunlarda hikayeye önem verdiğimi 25 oyundur yeterince belli ettim galiba. Ve The Last of Us öyle bir karakter hikayesi anlatıyor ki, şu an çok sevilip yerlere göklere sığdırılamayan Logan filmi bile çok büyük oranda bu oyunun hikayesinden esinlenilerek yapıldı (Logan da güzel film gayet, yanlış anlaşılmasın). Bu oyunun etkileri yıllar sonra bile, farklı sektörlerde bile hissediliyor diyorum yani. Gördüğüm en iyi anlatılmış, en etkileyici karakter hikayelerinden biri kesinlikle The Last of Us'ın hikayesi. Ve bu hikayeyi bir zombi felaketininde insanlığın çaresizliğini çok gerçekçi bir şekilde gösteren atmosferiyle de destekliyor. (Dikkat: Sonraki cümlede oyunun ilk kısmından spoiler var) "Ana karakterin çocuğunun ölmesi" gibi genellikle hikayenin sonunda kullanılan ve o eseri deneyim eden kişiyi gözyaşlarına boğması gereken bir dramı daha oyunun en başından, açılış sahnesinden vererek oyuncuyu nasıl bir dünyaya soktuğunu gösteriyor aslında oyun. Oyunların bir sanat sayılabileceğini, zaman geçirmelik eğlencelik şeyler değil de Oscar almış filmleri bile utandıracak seviyede bir hikayeye, hikaye anlatımına ve dünya tasarımına sahip olabileceğini gösterecek bir oyun varsa o da The Last of Us'dır (Yani belki Bioshock Infinite de olabilir zorlarsak...) Oynanış mekaniklerinden bahsetmeye pek gerek duymuyorum, çünkü kısa bir oynanış videosu izleyerek de bir fikre sahip olabilirsiniz. Bu bir inceleme yazısı değil sonuçta. Ama oyunun gerilim dolu atmosferini özellikle belli başlı bölümlerde inanılmaz iyi verdiğini belirtmek istiyorum. Neyse, söyleyeceklerim bu kadardı. Umarım The Last of Us 2 çıktığında bu listeyi güncellememi ve bu oyunu 2. sıraya itmemi gerektirecek kadar iyi bir oyun olur. Naughty Dog bu ya, yapar onlar!

6 Ekim 2017 Cuma

At Geeki'ne Hoş Geldiniz!

   Daha önce Teknolahmacun adında bir süredir düzensiz olarak kullandığım blogu bırakıp yeni bloga, At Geeki'ne geçmiş bulunmaktayım! Bu blogda oyunlar dışında başka içerikler de bulunabilir, belki de bulunmaz. Ama büyük çoğunlukla oyunlar hakkında içerik olacak. Yine bir düzen olmayacak, canım istedikçe yazmayı planlıyorum ama zamanla görürüz.

   Gelecekteki yazılarda görüşmek üzere!

NOT: Teknolahmacun'daki eski içerikleri buraya tekrardan koymayacağım ama bakmak istiyorsanız teknolahmacun.blogspot.com'a gidebilirsiniz.